Mülkiyet hakkı, tarihsel, felsefi ve siyasi süreçler boyunca hem devletin müdahale yetkisi hem de bireyin bu hakkını sınırsızca kullanma arzusu ile şekillenen bir dinamik içerisindedir. Modern zamanlarda, mülkiyet hakkı, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde temel bir insan hakkı olarak kabul görmekte ve bu doğrultuda koruma altına alınmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda mülkiyet hakkı 35. madde ile tesis edilmiştir. Söz konusu maddeye göre, her bireyin mülkiyet ve miras hakları bulunmakta; ancak bu haklar, toplumun genel yararını gözeterek kanuni sınırlamalarla kısıtlanabilmektedir. Anayasa'nın bu maddesi: “Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” şeklinde bir kriter de ortaya koymaktadır.
Öte yandan, uluslararası arenada, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, mülkiyet hakkına dair önemli bir kaynak olup, bu hakkın korunmasını ve sınırlamalarını Ek Birinci Protokol ile belirlemiştir. Bu protokole göre, her bireyin mülküne saygı duyulması esastır. Ancak, kamu yararını gözetmek ve uluslararası hukuka uygun olmak şartıyla, bireylerin mal ve mülklerinden mahrum bırakılmaları mümkündür.
Mülkiyet hakkı hem ulusal hem de uluslararası hukukta korunan bir hak olup, bu hakkın kısıtlanması veya durdurulması Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda belirtilen çerçevede gerçekleştirilmelidir. Gayrimenkul hukuku uzmanları, bu sınırlamaları ve müdahaleleri detaylı bir şekilde bilmeli ve bu doğrultuda hareket etmelidir.
Temel Hakların Anayasal Sınırlamaları ve İnsan Hakları Perspektifi
20. yüzyılda, insan hakları doğal hukukun bir parçası olarak kabul görmeye başlamıştır. Doğal hukuk anlayışına göre, bu haklar değiştirilemez, devredilemez ve iptal edilemez niteliktedir. Bu haklar, devlete yönlendirme sağlar ve onun varlık nedenidir.
1215 yılında ortaya çıkan Magna Carta Libertatum, tarihte insan haklarına dair yazılı ilk belge olarak bilinir ve temelde bireylerin mal ve can güvenliğini vurgular. İnsan haklarının evrimine şahit olunan bir diğer belirgin dönüm noktası, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'dir. Ancak bu belge, sadece bir bildirge olduğu için bağlayıcı bir niteliği bulunmamaktadır.
Modern zamanlarda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bu alanda kritik bir öneme sahiptir. 12 devletin onayıyla kabul edilen bu belge, bir sözleşme niteliğindedir. Farklı olarak, bu sözleşmenin uygulanışı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından denetlenir ve bu mahkemenin kararları taraflar için bağlayıcıdır. Türkiye, bu sözleşmeyi 1954 yılında imzaladı ve bu sözleşmenin etkileri hem 1961 hem de 1982'deki Anayasalarımızda görülebilir.
Anayasal Perspektiften Mülkiyet Hakkının Evrimi ve Koruma Altında Olması
Türkiye Cumhuriyeti Anayasalarındaki mülkiyet hakkına yaklaşımı incelediğimizde, bu hakkın konumunun zamanla değiştiğini görmekteyiz. 1962 Anayasasında mülkiyet hakkı, 'Sosyal ve İktisadi Haklar ve Ödevler' kapsamında ele alınırken, 1982 Anayasasında ise 'Kişinin Hakları ve Ödevleri' altında düzenlenmiştir. Bu değişiklik, hakkın sınırlandırılmasında önemli bir farklılık yaratmaktadır. Jellinek'in analizine göre, 'Sosyal ve İktisadi Haklar ve Ödevler' altında düzenlenen haklar devletin proaktif bir eylemde bulunmasını gerektiren "pozitif statü hakları" iken; 'Kişinin Hakları ve Ödevleri' kapsamındaki haklar, devlete müdahale etmeme yükümlülüğü getiren "negatif statü hakları"dır. Bu bağlamda, 1962 Anayasası'nda sosyal bir hak olarak kabul edilen mülkiyet hakkının, 1982 Anayasası ile temel haklar arasına alındığı ve daha kuvvetli bir koruma sağlandığı sonucuna varabiliriz.
1982 Anayasası, temel haklara ilişkin bazı önemli vurgular içermektedir. Özellikle 2. madde, Türkiye Cumhuriyeti'nin 'insan haklarına saygılı' bir hukuk devleti olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Anayasa'nın temel haklar ve ödevlerle ilgili kısmında, 12. madde temel hak ve hürriyetlerin dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez olduğunu vurgulamaktadır.
Bir hakkın anayasal bir güvenceye sahip olup olmadığı, o hakkın korunma derecesi açısından kritik bir öneme sahiptir. Anayasa ile korunan bir hak, hem yasama hem de yürütme organlarına karşı koruma altındadır. Kanunla sağlanan koruma ise sadece yürütmeye karşıdır. Anayasal koruma altındaki haklar, bu yüzden temel hak olarak kabul edilir. Bu nedenle, mülkiyet hakkı, anayasal bir koruma altında olup hem yasama hem de yürütme organlarına karşı korunmuş bir temel haktır.
Türk Anayasal hukuku çerçevesinde, temel hak ve hürriyetlerin evrimini incelerken, bu hakların her Anayasada önemli bir yer tuttuğunu görmekteyiz. Özellikle 1982 Anayasası'nın temel hak ve hürriyetlere geniş yer vermesi, bu hakların toplumsal ve hukuki değerini vurgular niteliktedir. Demokratik bir toplumun temel taşlarından olan bu haklar, bireylerin özgürlüğünü ve devletin sınırlarını belirler.
Anayasa'nın 13. maddesi, temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına dair genel bir çerçeve sunar. Bu maddeye göre, temel haklar yalnızca Anayasa'nın kendi hükümleriyle ve özlerine dokunulmadan kanunla sınırlandırılabilir. Ancak bu sınırlamalar, Anayasa'nın temel ilke ve değerlerine, demokratik toplum düzenine, laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine uygun olmalıdır. Bu hüküm, devletin keyfi müdahalesini engelleyerek bireylerin özgürlüklerini koruma altına almaktadır.
2001 yılında gerçekleştirilen anayasa değişikliği ile 13. maddeye dair önemli bir reform gerçekleştirilmiştir. Bu değişiklikten önce, mülkiyet hakkı gibi temel haklar, genel sınırlama gerekçeleriyle sınırlandırılabilirdi. Ancak bu durum, hakların keyfi ve geniş kapsamlı bir şekilde sınırlandırılmasına yol açabileceği endişesiyle eleştirilmiştir. 2001'deki değişiklikle, genel sınırlama gerekçeleri kaldırılarak hakların sadece özel sınırlama sebepleriyle kısıtlanabileceği bir yapıya kavuşturulmuştur. Bu, özellikle mülkiyet hakkı gibi temel hakların daha özgür ve korunaklı bir şekilde kullanılmasını sağlamıştır.
Temel hak ve hürriyetlerin evrimi ve korunması, Türk Anayasa hukukunun merkezinde yer almaktadır. Bu hakların korunmasındaki gelişmeler, bireylerin özgürlüklerinin artırılması ve devletin sınırlarının daha net bir şekilde belirlenmesi yönünde atılan adımları göstermektedir.
Anayasa'nın 16. maddesi, temel hak ve hürriyetlerin yabancılar açısından sınırlanmasını özel olarak ele alır. Bu maddeye göre, yabancıların temel hak ve hürriyetlerini sınırlarken iki temel şart aranmaktadır: kanunla sınırlama ve milletlerarası hukuka uygunluk. Bu hüküm, yabancıların Türkiye'de haklarına yönelik keyfi ve ayrımcı muameleye maruz kalmamalarını sağlamaktadır.
Öte yandan, Anayasa'nın 15. maddesi temel hak ve hürriyetlerin olağanüstü durumlarda, özellikle savaş ve seferberlik gibi durumlarda, durdurulmasını ele alır. Bu madde, hakların durdurulması için bazı özel şartları belirler: olağanüstü bir durumun varlığı, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklere uyulması, ölçülülük ilkesi ve belirli 'sert çekirdek haklar'ın durdurulmaması. Bu şartların varlığı halinde, devlet, bireylerin temel hak ve hürriyetlerini kısmen ya da tamamen durdurma yetkisine sahip olabilir.
Ancak, bu yetkinin kullanılması söz konusu olduğunda, Anayasa, vatandaşlar ve yabancılar arasında bir ayrım yapmaz. Yani, olağanüstü bir durumda temel hak ve hürriyetlerin durdurulması kararı alındığında, bu karar tüm bireyleri, vatandaş ya da yabancı ayrımı olmaksızın, eşit olarak etkiler.
Anayasa, temel hak ve hürriyetlerin korunmasını ve sınırlanmasını, bireysel özgürlüklerin ve devletin genel çıkarlarının dengeli bir şekilde korunmasını amaçlayarak düzenler. Bu çerçeve içinde, olağanüstü durumlarda dahi bireylerin haklarına yönelik keyfi müdahalelerin önüne geçmek için belirli şartlar ve sınırlamalar getirilmiştir.
Anayasa'nın 15. maddesi, temel hak ve hürriyetlerin savaş, seferberlik veya olağanüstü hallerde nasıl sınırlanabileceğini ve hangi hakların bu durumlarda dokunulmaz olduğunu belirler. Bu maddenin 2. fıkrasında bahsi geçen 'sert çekirdek haklar' kavramı, temel hak ve hürriyetlerin en özgün ve dokunulmaz olanlarını ifade eder.
Söz konusu haklar, devletin bu haklara yönelik her türlü müdahalesinin, olağanüstü şartlar altında dahi, sınırlanmasını amaçlar. Bu haklar şunlardır:
1. Yaşam hakkı: Bir kişinin hayatının korunması ve devlet eliyle keyfi olarak alınmaması.
2. Maddi ve manevi varlığının bütünlüğü: Kişisel dokunulmazlık ve onurun korunması.
3. Din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanmama: Kişisel inançların ve düşüncelerin ifade edilmesinin özgürlüğü ve bu ifade nedeniyle cezalandırılmama.
4. Suç ve cezaların geçmişe yürütülememesi: Suç işlendiği zaman yürürlükte olan kanunlara göre ceza verilmesi ve yeni bir kanunla geriye dönük olarak suç teşkil edecek veya cezasını ağırlaştıracak bir hüküm getirilmemesi.
5. Masumiyet karinesi: Bir kişinin suçluluğu kesin bir mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar suçsuz sayılması.
Mülkiyet hakkı, bu 'sert çekirdek haklar' arasında yer almadığı için, olağanüstü durumlar altında sınırlanabilir veya durdurulabilir. Ancak böyle bir sınırlama ya da durdurma, Anayasa'nın belirlediği diğer ilkeler ve şartlar çerçevesinde gerçekleştirilmelidir. Özellikle 'ölçülülük ilkesi' bu tür durumlarda oldukça önemlidir ve mülkiyet hakkına müdahalenin hukuka uygun, meşru bir amaca hizmet etmesi ve bu amaca ulaşmak için en az zararlı yolun seçilmesi gerekmektedir.
Mülkiyet hakkı, bireylerin sahip oldukları ya da sahip olabilecekleri maddi ve manevi değerlere dokunulmamasını ve bu değerler üzerinde tasarruf etme yetkisini güvence altına alan bir haktır. İnsan hakları bağlamında mülkiyet hakkının yerinin ve öneminin değerlendirilmesi, hukukun farklı dallarında farklı yaklaşımları ve tartışmaları da beraberinde getirir.
1. Mülkiyet Hakkının İnsan Hakkı Olarak Nitelendirilmesi
Mülkiyet hakkı, bazı görüşlere göre doğuştan gelen bir hakkı ifade ederken, bazılarına göre toplumsal bir sözleşme gereği ve hukukun ürünü olarak karşımıza çıkar. Bu bakış açısıyla, her insanın doğuştan mülkiyet edinme hakkının olmadığı argümanı da gündeme gelir. Ancak mülkiyet hakkı, bireyin özgürlüğünün, kişiliğinin ve yaşam standardının korunması bağlamında temel bir insan hakkı olarak kabul edilir.
2. Uluslararası ve Ulusal Düzeyde Mülkiyet Hakkının Korunması
Mülkiyet hakkının uluslararası arenada korunmasının en önemli araçlarından biri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'dir. Sözleşme, mülkiyet hakkının sadece maddi varlıkları değil, aynı zamanda soyut değerleri ve meşru beklentileri de kapsadığına dair geniş yorumlara imkan tanır.
3. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Rolü
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, mülkiyet hakkına dair ihlal iddialarını değerlendirirken, sözleşmedeki hükümleri ulusal hukuktan bağımsız ve özerk bir şekilde yorumlar. Bu, mülkiyet hakkının kapsamının genişlemesine yol açar.
4. Mülkiyet Hakkının Geniş Kapsamı
Mülkiyet hakkı, sadece maddi varlıkları değil, aynı zamanda fikri mülkiyet, meşru beklentiler, iş ilişkileri ve müşteri çevresi gibi soyut değerleri de içerir. Bu geniş kapsam, bireylerin sosyal ve ekonomik yaşamlarındaki çeşitli faaliyetlerini koruma altına alır.
Mülkiyet hakkı, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde bireylerin maddi ve manevi değerlerini koruma altına alır. Bu hakkın kapsamının ve sınırlarının belirlenmesi, hem bireylerin özgürlüklerini koruma hem de toplumsal düzenin sürdürülebilirliğini sağlama açısından kritik öneme sahiptir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, devletlerin mülkiyet haklarını korumaya yönelik hem pozitif hem de negatif yükümlülükleri olduğunu kabul etmektedir. Özel kişilerin mülkiyet haklarına müdahale etmesi durumunda, devlet, pozitif yükümlülüğün gerektirdiği şekilde, adil yargılamayı sağlamalı ve hakkın korunması için etkili hukuk yolları düzenlemelidir. Mahkemenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 1. maddesi hükmünde ulaştığı sonuç budur. Bu makalede, diğer hususların yanı sıra;
“Yüksek Sözleşmeci Taraflar kendi yetki alanları içinde bulunan herkesin, bu Sözleşme’nin birinci bölümünde açıklanan hak ve özgürlüklerden yararlanmalarını sağlarlar.”(Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Madde 1).
Üstelik insanlara sadece hak vermek yeterli değil, sosyal hukukun ve devlet olmanın bir gereği olduğundan, insanların bu haklardan yararlanmasını sağlayacak önlemlerin de alınması gerekiyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde pozitif yükümlülüğün bir diğer kaynağı da hukukun üstünlüğü sosyal ilkesidir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi pozitif yükümlülüğün varlığını kabul etmekle birlikte, yükümlülüğün içeriği konusunda devletlerin takdir yetkisine sahip olduğunu da kabul etmektedir. Bu bağlamda Taraf Devletler, hakkın korunmasına yönelik hangi çarelerin veya tedbirlerin alınacağını düzenleme yetkisine ve yükümlülüğüne sahiptir. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de kararlarında bu tedbirlerin sınırlarını belirtiyor. Örneğin bir hakkın korunmasına ilişkin hukuki standardı düzenlemek taraf Devletin görevidir. Bu hukuki normun kamuoyuna duyurulmasının sağlanması da taraf Devlet açısından pozitif bir yükümlülüktür. Ancak tanıtımın nasıl sağlanacağı Taraf Devletin takdirindedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin pozitif yükümlülüğün sınırlarını belirlerken dikkate aldığı bir diğer husus devletin kaynaklarıdır. Bu bağlamda Taraf Devletlerin kaynaklarına ilişkin pozitif yükümlülükleri olduğu kabul edilmektedir. Örneğin, taraf Devletin insanların barınma ihtiyacını karşılamak için konut sağlama pozitif yükümlülüğü ise, bu yükümlülük Taraf Devletten ekonomik kaynaklarıyla orantılı olarak beklenebilir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadından, mülkiyet hakları alanında sosyal ve ekonomik politikaların uygulanmasında devletin geniş bir takdir yetkisine sahip olduğu açıkça görülmektedir. Bu anlamda takdir yetkisi özellikle vergilendirme alanında kullanılmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, haksız, keyfi, orantısız veya ayrımcı müdahale gibi hukuk ihlalleri olmadığı sürece vergilendirme alanında devletin takdir yetkisini tanır. Bu nedenle hukukiliği 'yasal dayanak', 'meşru amaç', 'adil tazminat' ve 'orantılılık' gibi kriterlere göre değerlendiriyor; bu kriterleri karşılayan müdahaleyi kendi takdir yetkisi dahilinde kabul eder.
Türk hukuku açısından mülkiyet hakkının tanımı mevzuatta açıkça belirtilmemiştir. Doktrinde net bir tanımın bulunmamasının sebebinin, eksik tanımın yaratacağı boşluğu ve bu boşluktan doğabilecek mağduriyetleri önlemek olduğu söylenmektedir. Aynı zamanda mülkiyet hakları da sürekli olarak gelişmekte ve değişmektedir. Bu nedenlerden dolayı mülkiyet haklarının tanımlanması zorlaşmaktadır.
Anayasamızın 35. maddesinden, Anayasamızda klasik (liberal) ve Marksist mülkiyet hakkı anlayışı yerine karma bir mülkiyet anlayışının kabul edildiği açıkça görülmektedir. Kısaca klasik (liberal) mülkiyet anlayışına göre mülkiyet, devletten önce var olan ve sınırsız olan doğal bir haktır. Marksist anlayışa göre liberal anlayışın aksine özel mülkiyetin sınırlandırılması esastır. Anayasamızda benimsenen yaklaşım karma mülkiyet yaklaşımı olup, mülkiyet hakkı ne tamamen sınırsız ne de tamamen sınırlıdır. Ancak mülkiyet hakkının kapsamı ancak kamu hukuku ve özel hukukun tüm hükümleri dikkate alındığında belirlenebilir.
1966 Anayasa Mahkemesi kararında mülkiyet hakkı şu şekilde tanımlanmıştır;
“Bir kimsenin başkasının hakkına zarar vermemek, kanunların koyduğu kayıtlamalara da uymak şartı ile bir şey üzerinde dilediği şekilde kullanma, ürünlerinden yararlanma, tasarruf etme (Başkasına devretme, şeklini değiştirme ve istihlak etme, hatta tahrip etme) yetkilerini ifade eder.
Mülkiyet hakkının doktrinde yer alan tanımlarından biri şöyledir;
“Sahibine en geniş anlamda maddi ve manevi şeyleri kontrol etme yeteneği veren, görevlerin yanı sıra hak ve yetkileri de içeren, insan hakları belgeleri ve anayasalarda yer alarak hukuk sistemleri tarafından tanınan ve korunan, birçok değişiklikten sürekli etkilenen bir kavramdır. Siyasi, sosyal, hukuki ve ahlaki faktörler ile değişen ve gelişen temel bir haktır.
Anayasa Mahkemesi, başlangıçta klasik mülkiyet anlayışına uygun olarak mülkiyet hukukunun kapsamını taşınır ve taşınmaz mallarla sınırlandırmış olsa da, günümüzde uluslararası hukuka uygun olarak, ekonomik değeri olan gayri maddi varlıkların değerlerini ve alacakları da mülkiyet kapsamında ele almaktadır.
Buradan hareketle Anayasa Mahkemesi'ne göre mülkiyet hakkının nesnesinin 'sahip olunan şey' olduğu ifade edilebilir.
Mülkiyet Haklarının Askıya Alınması
Temel hakların kısıtlanması ve askıya alınması hem kavramsal hem de zamansal olarak farklılık göstermektedir. Sınırlama durumunda temel hakkın kullanımı sınırlandırılmış olup, sınırlamanın belirli bir zamansal şartı bulunmamaktadır. Bir temel hakkın askıya alınabilmesi için istisnai bir sürenin geçmesi ve temel hakkın imkânlarının dondurulması ve hakkın kullanımının tamamen durdurulması gerekir. Ayrıca, uzaklaştırma ancak istisnai dönemde geçici olarak uygulanabilmektedir. Kısaca kısıtlama, hakkın kullanımının sınırlandırılması, askıya alma ise hakkın kullanımının geçici olarak durdurulması anlamına gelir.
Temel hakların dünya çapında tanınan iki temel ilkesi vardır. Bu ilkelere göre mülkiyet hakkı ne tamamen sınırsız bir haktır ne de tamamen ortadan kaldırılabilecek bir haktır. Bu bağlamda acil durumlarda mülkiyet haklarının kullanımının durdurulabileceği ancak kişinin mülkiyet hakkının tamamen ortadan kaldırılmadığı söylenebilir. Türk hukuku açısından Anayasa Md. 15'inci maddede olağanüstü hal süresince mülkiyet haklarının kullanımının durdurulmasının mümkün olduğu belirtiliyor.
Mülkiyet hakkının kullanımının durdurulması için 15. maddede aranan şartlar şunlardır:
1. Savaş, Seferberlik Veya Olağanüstü Hal Varlığı
2. Uluslararası Hukuk Kapsamındaki Yükümlülüklerin İhlal Edilmemesi
3. Ölçülülük
Mülkiyet hakkı, Anayasa'nın 15/2 maddesinde sayılan 'sert çekirdek' haklardan biri olmadığından yukarıda açıklandığı üzere kullanımının durdurulması önünde herhangi bir engel bulunmamaktadır.
1. Savaş, Seferberlik Veya Olağanüstü Hal Durumlarında Mülkiyet Hakkının Durumu
Savaş kavramını ele aldığımızda bu kavram üzerinde doktrinde ve içtihatlarda bir görüş birliği bulunmamaktadır. Ancak savaş kavramını “belli yoğunluktaki devletler arasında silahlı çatışma veya silahlı kuvvet kullanılarak başkalarına üstünlük sağlanması” olarak tanımlamak mümkündür.
Türk Dil Kurumu, seferberliği " bir ülkenin silahlı kuvvetlerini savaşa hazır duruma getiren, ülkenin ekonomisini, yönetimini savaş gereklerine uyacak duruma sokan hazırlık ve önlemlerin tümü" olarak tanımlamaktadır.
Olağanüstü hal kavramı konusunda doktrinsel bir fikir birliği bulunmasa da yaklaşık bir tanım verilebilir. Olağanüstü hal, esasen devletin normal politikalarıyla üstesinden gelemediği durumlarda ortaya çıkan geçici bir yönetim yöntemidir.
Olağanüstü hal durumunda devletin yetkileri genişletilebilir, temel haklar kısmen veya tamamen kısıtlanabilir veya askıya alınabilir, devlet sürecin normale dönmesi için vatandaşlara ek görevler yükleyebilir.
2017 yılında Anayasamızda olağanüstü hal ile ilgili önemli değişiklikler yapıldı. Bu değişikliklere göre olağanüstü hal ilan etme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir. Bu beyan aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur ve Türkiye Büyük Millet Meclisi olağanüstü hali kaldırma, süresini kısaltma veya uzatma yetkisine sahiptir.
Olağanüstü hal döneminde temel hakların uygulanmasının kısmen veya tamamen durdurulması, olağanüstü hal döneminde Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yapılabilecek. Cumhurbaşkanı, olağanüstü halin gerektirdiği konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarma yetkisine sahiptir. Bu kararnameler kanun hükmünde olup, Resmi Gazete'de yayımlanarak aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin onayına sunulur. Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin iki sınırı var. Bunlar; Anayasanın 15. maddesi ve olağanüstü sürenin gerektirdiği konularda düzenleme yapar.
Ayrıca hukuki meşruiyet açısından olağanüstü dönemde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin bu süre sonunda otomatik olarak yürürlükten kaldırılacağının kabul edilmesi gerekmektedir.
Olağanüstü dönemde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin denetimi konusunda çeşitli görüş ve kararlar bulunsa da 2017 Anayasa değişikliği bu kararnamelerin anayasal denetime tabi tutulmasını öngörmemektedir. Anayasa Mahkemesi yakın zamanda verdiği bir kararda olağanüstü dönemde çıkarılan kararnameleri inceleme yetkisinin bulunmadığını belirtmiştir.
Ancak Anayasa'nın 119/6 maddesinde belirtildiği üzere olağanüstü hallerde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri Resmi Gazete'de yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. TBMM'nin üç ay içinde onaylamaması halinde, Anayasa'nın 119/7 maddesi uyarınca olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanlığı kararnameleri kendiliğinden yürürlükten kaldırılıyor. Parlamentonun onaylaması halinde, Anayasa Mahkemesi'nin yakın tarihli bir kararında da belirtildiği gibi olağanüstü hal kararnameleri kanunlaşıyor ve Anayasa Mahkemesi tarafından anayasaya uygunluğu açısından incelenebiliyor.
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile ancak olağanüstü hal için gerekli olan hususlar düzenlenebilir. Meclis onayının ardından Anayasa Mahkemesi, konuyla ilgili olağanüstü hal için gerekli bir düzenlemenin yapılıp yapılmadığını inceliyor.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanının olağanüstü hal kararnamelerinin Meclis tarafından onaylanmadan incelenmesi mümkün değildir. Meclis tarafından onaylandıktan sonra sadece konu, yer ve zaman gibi belirli kriterler açısından anayasal incelemeye tabi tutulacakları söylenebilir.
2. Uluslararası Hukuktan Kaynaklanan Hakların İhlal Edilmemesi
Olağanüstü hal süresince temel hakların askıya alınması ve anayasal hükümleri ihlal eden müdahalelerin uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları ihlal etmemesi gerekir. Bu bağlamda uluslararası hukukun genel ilkeleri ve Türkiye Cumhuriyeti'nin imzaladığı uluslararası anlaşmaların hükümleri ihlal edilmemelidir. Çünkü uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yükümlülüklerin öncelikle uluslararası hukukun genel ilkeleri anlamına geldiği kabul edilmekte, daha sonra devletin imzaladığı anlaşmalardan doğan hak ve yükümlülükler bu çerçevede değerlendirilmektedir.
3. Ölçülülük
Temel hakların askıya alınmasının temel şartlarından biri ölçülülük (orantılılık) ilkesidir. Ölçülülük ilkesi Anayasa Mahkemesinin birçok kararında tanımlanmıştır. Anayasa Mahkemesi yakın zamanda verdiği bir kararda orantılılık ilkesine ilişkin şu ifadelere yer veriyor;
“Ölçülülük ilkesi, temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının sınırlandırılması veya durdurulması için başvurulan aracın amacı gerçekleştirmeye elverişli ve bunun için gerekli olmasını, ayrıca araçla amaç arasında makul bir oran bulunmasını ifade etmektedir. Buna göre tedbir, olağanüstü durumu oluşturan tehdit veya tehlikelerin ortadan kaldırılması amacına ulaşma bakımından elverişli ve bu amacın gerçekleşmesi için gerekli olmalı; ayrıca tedbire konu temel hak ve özgürlüklere yönelik sınırlama durumun gerektirdiği ölçüde olmalıdır. Bir başka deyişle alınan tedbirle temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlama, durumun gerektirdiği oranı aşarak keyfî niteliğe dönüşmemelidir. Ölçülülüğün tespitinde tedbirin alındığı dönemin tüm koşulları birlikte değerlendirilmelidir. Bu kapsamda olağanüstü yönetim usulünün uygulanmasına neden olan tehdit veya tehlikeler, sınırlamaya konu hak ve özgürlüklerin niteliği ve tedbirin alındığı zamanın da göz önünde bulundurulması gerekir.” (Anayasa Mahkemesi, E. 2018/81, K. 2021/45).
Karardan ölçülülük ilkesinin yerindelik, zorunluluk ve orantılılık unsurlarından oluştuğu anlaşılmaktadır.
Ölçülülük ilkesi önemlidir. Çünkü mülkiyet haklarının tamamen yok edilmesi ülkede fabrikaların kapanması, üretimin durması veya azalması, işsizliğin artması, milli gelirin azalması gibi sonuçlara yol açabilmektedir. Bu sonuçlar kısa vadede ekonomiyi daraltır, uzun vadede ise yok eder. Böyle bir durumda ekonomik kriz ortaya çıkıyor ve yeni bir olağanüstü hal gerekli hale geliyor. Olağanüstü hal ilanı sonucunda temel hakların orantısız bir şekilde askıya alınması doğal olarak yeni bir olağanüstü duruma yol açacak ve bir kısır döngü devreye girecektir. Böyle bir sonuç kimse tarafından istenmiyor ve aranmıyor.
Mülkiyet Hakkı Tanımı Hakkında Sonuçlar
Mülkiyet haklarının kullanılmasının engellenmesi için olağanüstü halin var olması gerekir. Olağanüstü hal gündelik bir durum olmasa da, olağanüstü hallerde dahi yürütmenin hukuka bağlılığı hukukun üstünlüğü ilkesi gereği devam etmektedir.
Acil durumlarda mülkiyet haklarının kullanımının askıya alınması mümkün olsa da hukukun kullanımına müdahale, orantılılık ve uluslararası hukuka uygunluk gibi belirli ilkeler çerçevesinde gerçekleşmektedir. Ancak mevcut düzenlemeler hukuki belirlilik açısından yetersizdir.
Anayasanın 14. maddesi uyarınca;
“Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.”(Anayasa, md. 14/2).
Bu bağlamda devlet, pozitif yükümlülüğü gereği, temel hakların olası tahribatına karşı tedbirler içeren yasal düzenlemeler yapmakla yükümlüdür.
Hukukun üstünlüğü ilkesinin geçerli olduğu ülkelerde hem istisnai hem de olağan zamanlarda uygulanacak hukuki düzenlemelerin en azından belirlenebilir olması gerekmektedir. Çünkü olağanüstü durumlarda temel haklardan yararlanmanın kısmen veya tamamen durdurulması mümkün olup, bu hakların kullanılmasının kesintiye uğratılması da hukuki bir tedbirdir. Devletin olağan dönemde olduğu gibi olağanüstü dönemde de yasal çerçeveye uyması gerekir.
Olağanüstü halin doğası gereği önceden belirlenemeyen bir durum olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Dolayısıyla bu duruma yönelik hukuk kurallarını düzenlemenin ve gerekli önlemleri almanın zor olduğunu kabul etmek gerekir ancak bunu öngörmek ve gerekli önlemleri almak imkansız değildir.
Bu nedenle olağanüstü hallerde yürütmenin hangi kurallara göre hareket edeceği ve mülkiyet haklarının kullanımını ne ölçüde askıya alabileceği konusunda ayrıntılı hukuk kuralları getirilerek belirsizlik ortadan kaldırılmalıdır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin bir kararında "Devletin pozitif yükümlülüğünün belirli bir çerçeveyle sınırlı olmadığı, devletin mülkiyet haklarının ihlaline yol açabilecek sorunları önleyici bir şekilde ele almak ve gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduğu" ifade ediliyor. Ancak gerekli hukuki ve idari tedbirlerin alınması için devlet mekanizması bu zamanlarda birbiri ile çelişen gibi gözüken kararlar almak zorunda kalabilmektedir.